29 Ağustos 2014 Cuma

TÜRKÜN BİLİNMEYEN GÜCÜ


   

     Türkler, birçok insanlık meziyetlerini varlıklarında toplamış bir millettir. Kahramanlık, savaşçılık, teşkilatçılık gibi, dünyanın başka hiçbir milletinde bir bütün halinde görülmeyen üstün vasıflarımız yanında; güzel sanatların çeşitli dallarında ulaştığımız seviye de, bunun inkarı mümkün olmayan delilleridir.

    Dünyanın en büyük kahramanları, Türk soyunun oğulları arasın arasından çıkmıştır. Dünyanın en büyük zaferleri, Türk ordusunun eserleridir. Dünyanın, her bakımdan en büyük devletlerinin ve imparatorluklarının sahibi de Türklerdir.

    Güzel sanatların en üst basamaklarında oturmakta olan insanlar arasında Türkler az değildir. Mimarlıkta Sinan; Şiirde Yunus Emre, Nevdi ve Fuzuli; Musikide Itri ve Dede Efendi, bir millete tek başlarına şereflerin en büyüğünü sağlayacak çapta sanatçılardır.

Cihan tarihinin akışı içinde, dünyanın en büyük, en muhteşem ve en uzun ömürlü devlet ve imparatorluklarına sahip oluşumuz, bu büyük meziyetlerimizin tabii sonucudur.

     Fakat, bu büyük meziyetlerimizin neticesi olup yüzyıllarca sürüp giden dünya hakimiyetimiz, bir çok milletleri, Türk’e düşman etmiştir.Düşmanlarımızın çokluğunda, Müslümanlık-Hıristiyanlık mücadelesinde, İslamiyet’in tek başına savunuculuğunu yaparken, yüzyıllarca Hıristiyan dünyasını kabuğunun içinde bırakışımızın rolü de az değildir.

    Bu dış düşmanlarımızın yanında, bir de, iç düşmanlarımızın bulunduğu da unutulmamalıdır. Son büyük imparatorluğumuzun çöküş yıllarında ve çöküşünden sonra, eski çağlarda istila edilmiş toprakların mensuplarından olup da içimizde kalanların, yıllardan beri sürüp giden düşmanlıkları da, cemiyetimizin manevi hayatında devamlı olarak yaralar açıp durmaktadır.

     Dış ve iç düşmanlarımızın, Türk’ü vurmak için giriştikleri hareketlerde yüzyıllardan beri, ustalıkla kullandıkları bir kozları vardır. Bu, Türk’ün sıfatıdır. Doğru, mert, yiğit ve efendi Türk; hileye gerektiği derecede akıl erdiremediği için, düşmanları tarafından kolayca kandırılıp vurulmaktadır.

    Göktürk çağının düşmanı Çinli, o ulu ataları, güzel Çinli prensesleri, ipeği vesairesiyle kandırıp vurmuştu. Selçuklular ve Osmanlılar devrinde bu cins hilelerin en tehlikelileri, dini elbiseye büründürülerek Türk’ü uyutmak şeklinde yürütüldü. Tanzimat sonrasının sıkıntılı ve tehlikeli yıllarında ortaya çıkan <ittihad-ı anasır> dolması da; saf, temiz ve hileye akıl erdiremeyen Türk’ü, neredeyse, son devletini kaybettirecek hale getirecekti.

    Tarih; düştüğümüz büyük sıkıntılar ve tehlikeler sırasında, <Oğuz Kağan> ve <Ergenekon> destanlarındaki yol gösterici ve kurtarıcı <Bozkurt>un, her zaman soyumuzun içinden çıkıp başına geçtiğini ve Tanrı’nın en yüce soyunu tehlikeler içinden çıkarıp zafere ve selamete ulaştırdığını gösteriyor.

    Asya’da, dağınık parçalar halinde yaşarken, Türk soyunu bölünmüşlükten kurtarıp bir bütün haline getiren Tanrıkut Mete, bunun tarihte ilk büyük örneğidir. Gök Türkler çağında, deniz büyüklüğündeki Çin kıtasında eritilmeye çalışılırken, kırk arkadaşıyla birlikte, o büyük destanı yaratan Kür Şad, bunun, Türk ruhunu büyüleyen misallerinden birisidir. XX. Yüzyılın başlarında, Hıristiyan dünyasının, Türk’ü haritadan silmek üzere harekete geçtikleri ve artık her şeyin bittiğinin sanıldığı sıralarda Türklerin tarihte armağan ettikleri <Milli Mücadele> ise, bunun son örneğidir.

    Türk soyunun gizli gücü, işte bu devletinin büyük tehlikelerle karşılaştığı sıralarda, içinden çıkarıp başına geçirdiği ulularının etrafında perçinleşip, milli varlığını tehlikeden sıyırmasıdır. Bu güç, Türk’e Tanrı’nın bağışıdır. Bugüne kadar karşılaştığı tehlikelerde olduğu gibi, bundan sonra karşılaşması mümkün ve muhtemel olanlarla da, Türk, bu gizli gücü ile düşmanının mutlaka alt edecektir.

     Soyumuzun son kalesi Türkiye, bir müddetten beri, büyük tehlikelerle karşı karşıya bulunmaktadır. Bir kısım siyasilerin kaprislerinin büyük rol oynadığı yakın hadiseler sonunda, içine girmiş bulunulan durum, elbette ki, omuz silkinebilecek cinsten değildir. Ama, karamsarlığa kapılmaya da lüzum yoktur. Türk soyunun gizli gücü, sonunda mutlaka kendisini gösterecektir. Son günlerin kıpırdanmaları, bunun belirtileridir.

    Türk düşmanları hangi oyunlara başvururlarsa vursunlar, emellerine ulaşmaları imkansızdır. Çünkü; <Üstte gök basmadığı, altta yer delinmediği> takdirde Türk soyunun yurdunu ve türelerini hiçbir kuvvet yok edemez. 

24 Ağustos 2014 Pazar

AYLAKLIĞA ÖVGÜ- BERTRAND RUSSELL


    Kuşağımdan pek çok kişi gibi ben de “Boş duranı Allah sevmez” deyişiyle büyüdüm. Son derece erdemli bir çocuk olduğum için, söylenen her şeye inandım, sonuçta öyle erdemli biri olup çıktım ki, şimdiye kadar çalışıp durdum. Ne var ki vicdanım eylemlerimi denetlese de, düşüncelerim müthiş bir devrime uğradı. Dünyamızda gereğinden çok şey yapılıp durduğu, sanayileşmiş modern ülkelerde övülmesi gereken şeyin, bugüne dek övülenden bambaşka bir şey olması gerektiği inancındayım…
…olanca ciddiyetimle söylemek istediğim şey, ÇALIŞMA’nın erdemli bir şey olduğuna inanmanın müthiş zarar verdiği, oysa mutluluk ve refaha götüren yolun, çalışmanın örgütlü biçimde azaltılmasında yattığı.
    İlkel topluluklarda, kendi başlarına bırakıldıklarında, köylülerin savaşçılarla rahiplerin yaşamasına olanak veren o azıcık artı ürünü oluşturmayıp, ya daha az üretecekleri ya da daha çok tüketecekleri açıktır. İlk başlarda, artı ürünü yaratıp sonra da elden çıkartmaları için kaba güç kullanmak gerekmişti. Ama sonraları yavaş yavaş pek çoğuna öyle bir ahlak aşılanabildi ki, çalışmalarının bir bölümü başkalarının aylakça dolaşmasına destek olsa bile, çabalayıp durmanın kendi yükümlülükleri olduğuna inandılar. Böylece daha az zorlamaya gerek duyulur olduğu gibi, yönetim giderleri de azalmış oldu… Tarihsel açıdan baktığımızda bu ödev anlayışı, iktidarı elinde bulunduranların kişileri kendi çıkarları için değil de efendilerinin çıkarları için yaşamaları gerektiğine inandırmak amacıyla kullandıkları bir araçtır. Şuna hiç kuşku yok ki iktidarı elinde bulunduranlar, kendi çıkarlarının, insanlığın çok daha geniş kapsamlı çıkarlarıyla özdeş olduğuna inanıp savunmaktalar böyle bir şeyi.
     Modern teknikler sayesinde, herkese yaşaması için gereken şeyleri sağlayacak çalışma miktarı korkunç biçimde azalmış bulunmakta. Savaş yıllarında açıkça ortadaydı bu. O zamanlar, silahlı kuvvetlerdeki herkes, mühimmat imalatında çalışan, savaş propagandasıyla, istihbaratla uğraşan ya da savaşla ilgili devlet dairelerinde çalışan kadınlı erkekli bütün herkes üretken uğraşlardan geri çekilmişti. Buna rağmen Müttefik ülkelerdeki vasıfsız işçilerin fiziksel refah düzeyi o zamana dek görülmedik derecede yüksekti neredeyse. Genel mali durum bu olayın anlamını gizlemişti: Alınan borçlar nedeniyle geleceğin bu günleri beslediği izlenimi doğmuştu. Kuşkusuz olanaksızdı böyle bir şey; insan var olmayan bir lokma ekmeği yiyemezdi ki. Savaş, üretim bilimsel olarak örgütlenip düzenlendiğinde, modern dünyanın sunduğu çalışma olanaklarının küçücük bir parçasıyla bile, içinde yaşadığımız modern toplumları son derece rahatça yaşatabileceğimizi tartışılmaz biçimde kanıtlamıştı. Savaş son bulduğunda, insanları savaşmaktan ve mühimmat yapımından kurtarmak için kurulan bilimsel örgütlenme korunmuş, işgünü de dört saate indirilmiş olsaydı, herşey yolunda olurdu pekala. Ama bu yapılmadı, eski karışıklık getirildi gene ortaya, emeğine gerek duyulanlardansa daha da uzun işgünleri boyunca çalışmaları istendi, emeklerine gerek duyulmayanlarsa işsizlik içinde kıvranmaya terk edildiler. Neden? Çalışmak bir ödevdi, kişinin de ürettiğine değil, çalıştığı sanayi kolu tarafından belirlenmiş erdemlerine oranla ücretlendirilmesi gerekirdi de ondan.
    Köleci devletin ahlakıdır bu, ortaya çıktığı koşullardan bambaşka koşullara uyarlanmıştır yalnızca. Sonuçsa tam anlamıyla yıkım olmuştu. Bir örnek verelim: belirli bir anda, belli sayıda kişini topluiğne yapımı işine girdiğini, günde (örneğin) sekiz saat çalışıp, dünyanın gerek duyduğu sayıda topluiğne ürettiklerini varsayalım. Birinin kalkıp aynı sayıda kişinin, eskisinin tam iki katı iğne üretmesini sağlayan bir buluş yaptığını düşünelim. Peki ama dünyada bunun iki katı iğne gerekmiyor ki; hem iğnenin fiyatı o kadar düşük ki, bundan daha ucuza satılıyor diye kimse gidip daha çok iğne almaz ki zaten. Akla uygun bir dünyada, iğne yapımıyla uğraşan herkesin sekiz yerine dört saat çalışmasıyla herşey gene eskisi gibi sürüp gidebilirdi rahtlıkla. Ama şimdi yaşadığımız dünyada böyle bir şeyin ahlak açısından çöküntüye yol açacağına inanılır. İnsanlar hala sekiz saat çalışmakta, hala gereğinden çok iğne var ortada, kimi işverenler iflas etmekte, daha önce iğne yapımıyla uğraşan kişilerin yarısıysa işsizlik içinde sürünmekte.
    Yoksulların eğlenceyle geçirecekleri boş zamanlarının olması son derece şaşırtmıştır hep zenginleri. XIX. Yüzyılın ilk başlarında, İngiltere’de erkekler günde onbeş saat çalışırlardı; alışılageldiği üzere çocuklar günde oniki saat çalışırdı, ama kimi zaman onbeş saate kadar varırdı işgünleri. Bazı ukala işgüzarlar kalkıp da çalışma saatelrinin iyice uzun olduğunu ileri sürdüklerinde, çalışma sayesinde büyüklerin kndilerini içkiye kaptırmalarının, çocukların da kötü yola düşmelerinin önlendiği söylendi onlara. Benim çocukluğumda, kentli erkek işçilerin seçme hakkını kazanmalarının üstünden kısa bir süre geçmişti ki, kimi günler tatil olarak kabul edildi yasalarla; böyle bir şeyden hiç de hoşnut olmadı üst sınıflar. Yaşlı bir düşesin şöyle dediğini anımsamaktayım: “Tatil yapmak neyine yoksulların? Çalışmaları gerek.” Şimdilerde insanlar bu kadar açıksözlü olmasalar da, aynı duygu sürüp gitmekte hala, üstelik ekonomik alandaki pek çok karışıklığın kaynağında da bu duygu yatmakta.
    Son derece ölçülü, akla dayalı bir örgütlenme kurulduğunda, sıradan bir ücretlinin günde dört saat çalışması herkese yettiği gibi, işsizlik de ortadan kalkar. Hali vakti yerinde kişiler böyle bir düşünce karşısında dehşete kapılırlar, yoksulların bu kadar boş zamanı ne yapıp edeceklerini bilmediği görüşündedirler. Amerike’da insanların tuzu kuru olsa bile, uzun uzun çalıştıkları görülür; işsizliğin verdiği o acımasız ceza dışında, bu kişilerin ücretlilerin de boş zamanı olması gerektiği düşüncesine karşı çıkmaları doğal; gerçek şu ki, kendi çocuklarında bile hoş görmezler boş durmayı. Oğullarının eğitilip uygarlaşmaya zaman kalmayacak kadar ağır biçimde çalışmalarını isteseler bile, karılarıyla kızlarının hiçbir işi olmamasıyla ilgilenmezler.
     Birazcık boş zaman hoş bir şeyse de, yirmi dört saatin yalnızca dört saatini çalışarak geçiren birinin geriye kalan zamanını nasıl dolduracağını bilemeyeceği söylenecek bana. Modern dünyada doğrulanabilen bir gerçekse bu, uygarlığımıza yöneltilmiş bir suçlamadır da; bizden daha önceki dönemlerde doğru olamazdı böyle bir şey. Daha önceki çağlarda, bir ölçüde etkililik tapınmasında gizlenmiş bir şen şakraklık ve oyunlar yapma yetisi vardı. Modern insansa her şeyin, kendisi için değil de hep başka bir şey için yapılması gerektiğine inanır.
Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, Cogito, sayı 12, s.61-68
 Çeviri: Alp Tümertekin

23 Ağustos 2014 Cumartesi

EİNSTEİN'IN ATATÜRK'E MEKTUBU



Çevirisini merak edenler için: 

 “Ekselansları, OSE Dünya Birliği’nin şeref başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesör ve doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine müsaade vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece faydalı olacaklarını ispat edebilirler. Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu bilim adamları, bir yıl müddetle, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler. Bu başvuruya destek vermek maksadıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etme cüretini buluyorum. 
Ekselanslarının sadık hizmetkârı olmaktan şeref duyan, 
Prof. Albert Einstein” 

(Kaynak: Sinan Meydan-Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi)

19 Ağustos 2014 Salı

Demokrasinin Uzmanlara Bırakılması – Slavoj Žižek

ISA’nın gizli ticaret müzakereleri küresel ekonomimizi sessizce yeniden yapılandırıyor.
Slavoj Žižek
inthesetimes.com
experts
Ekonomimizi ilgilendiren anahtar kararlar gizlilik altında, gözlerden uzak, hiçbir kamusal tartışma olmadan müzakere edilmektedir. Ve böyle kararlarla kurulan koordinatlar kapitalin engellenmemiş hükmü içindir.
19 Haziran’da, Julian Assange’ın Londra’daki Ekvador büyükelçiliğine hapsedilmesinin ikinci yıldönümünde, WikiLeaks Hizmette Ticaret Antlaşması (Trade in Services Agreement – TISA) Finansal Hizmetler Ek Maddesi’nin gizli taslak metnini kamusallaştırdı. Belge yalnızca TISA müzakereleri süresince değil, yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıl boyunca gizli kalmak üzere sınıflandırılmış.
TISA müzakereleri doğrudan doğruya sansürlenmemişse de medyamızda çok az konu edildi —TISA antlaşmasının dünya-tarihsel önemine tamamen karşıt bir marjinalleştirme ve gizlilikle. TISA dünya pazarının yeniden yapılandırılması için bir tür legal omurga hizmeti görecek, kimin seçimleri kazandığına ve mahkemelerin ne diyeceğine bakmaksızın gelecek hükümetleri bağlayacaktı. Kamu hizmetlerine kısıtlayıcı bir çerçeve dayatacak, hem yenilerin geliştirilmesini hem de mevcut olanların korunmasını daha da zorlaştıracaktı.
Politik-ekonomik önemi ile gizliliği arasındaki bu uyuşmazlık şaşırtıcı mıdır gerçekten? Daha ziyade batılı-liberal demokratik ülkelerdeki bizlerin demokrasi bakımından durduğumuz yerin, üzücü de olsa, isabetli bir belirtisi değil midir? Bir buçuk yüzyıl önce Das Kapital‘de Karl Marx işçi ve kapitalist arasındaki pazar mübadelesini “insanın kalıtsal hakları için tam bir Cennet” olarakkarakterize etmişti, “Orada hüküm süren yalnızca Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır.” Marx’ın ironik olarak eklediği Jeremy Bentham, egotist faydacılığın filozofu olarak, özgürlüğün ve eşitliğin kapitalist sistem altında ne anlama geldiklerinin anahtarı olur. Komünist Manifesto‘yu alıntılarsak: “Özgürlükle kastedilen —mevcut burjuva üretim koşulları altında— serbest ticaret, serbestçe satmak ve satın almaktır.” Eşitlikle kastedilense alıcı ve satıcının legal formel eşitliğidir, bunlardan biri her koşulda emeğini satmak zorunda bırakılıyorsa da, günümüzün güvencesiz işçileri gibi. Bugün özgürlük kapitalin özgür akışı demektir, finansal ve kişisel verilerin özgür akışı demektir (ve bu iki akış da TISA güvencesindedir). Peki ya demokrasi?
2008 finansal erimesinin esas suçluları bugün kendilerini finansal iyileşmenin sancılı yolunda bizlere rehberlik edebilecek uzmanlar olarak, tavsiyeleriyle parlamenter politikaya baskın çıkması gereken uzmanlar olarak dayatmaktalar. Ya da eski İtalya başbakanı ve AB teknokratı Mario Monti’nin deyişiyle: “Eğer hükümetler kendilerini parlamentolarının kararlarıyla tamamen sınırlandırır ve eylem özgürlüklerini korumazlarsa, derinleşen entegrasyondan daha muhtemel bir sonuç Avrupa’nın parçalanması olacaktır.”
Peki nedir o halde, demokratik olarak seçilmiş halk temsilcilerinin kararlarını kendi otoritesiyle askıya alan bu yüksek kuvvet? Ta 1998 yılında o zamanDeutsches Bundesbank‘ın yöneticisi olan Hans Tietmeyer, “küresel pazarların sürekli/kalıcı plebisiti”ni “sandığın plebisiti”nden üstün tutarak bu soruyu yanıtlamıştı. Bu müstehçen beyanın demokratik retoriğine dikkat ediniz: Küresel pazarlar parlamenter seçimlerden daha demokratiktir, çünkü oylama süreci onlarda dört yılda bir değil, sürekli/kalıcı olarak; ulus devlet sınırları içinde değil, küresel olarak devam eder. Altta yatan fikir şudur: Pazarların (ve uzmanların) bu yüksek denetiminden ayrıldıklarında, parlamenter-demokratik kararlar “sorumsuzca”dır.
İşte demokrasi bakımından durduğumuz yer budur. TISA antlaşmaları mükemmel bir örnektir. Ekonomimizi ilgilendiren anahtar kararlar gizlilik altında, gözlerden uzak, hiçbir kamusal tartışma olmadan müzakere edilmektedir. Ve böyle kararlarla kurulan koordinatlar kapitalin engellenmemiş hükmü içindir. Bu da demokratik olarak seçilmiş politik temsilcilerin karar verme alanlarını ciddi olarak sınırlar, politik sürecin ele alabildiği başlıca meseleler ise kapitalin kayıtsız kaldığı meseleler olur, kültür savaşlarının neticesi gibi.
Sonuç olarak TISA taslağının açığa çıkarılması WikiLeaks stratejisinde yeni bir aşamayı işaret ediyor. Şimdiye kadarki etkinliklerin odak noktası, yaşamlarımızın istihbarat ajansları tarafından nasıl gözetlenip regüle edildiğinin kamusallaştırılmasıydı —baskıcı devlet aygıtlarının tehdit ettiği bireylerin standart liberal endişeleri. Şimdiyse özgürlüğümüzü çok daha çarpık bir yolla —bizzat özgürlük duyumuzun sapkınlaştırılması yoluyla— tehdit eden, başka bir denetleyici kuvvet ortaya çıkıyor: kapital.
Özgür tercih toplumumuzun üstün tuttuğu bir değer olduğundan, toplumsal denetim ve tahakküm artık öznenin özgürlüğünü ihlal ediyor gibi görünemez. Özgür-olmama, o halde, kendi zıttının kılığına girmiştir: Evrensel sağlık hizmetinden mahrum bırakıldığımızda, bize sağlık hizmetimizi nereden alacağımızı tercih edebileceğimiz yeni bir özgürlük verildiği söylenir; uzun vadeli istihdama güvenemez olup her birkaç yılda bir yeni bir güvencesiz iş aramak zorunda bırakıldığımızda, bize kendimizi yeniden icat etme ve kişiliğimizde saklı kalmış yeni beklenmedik yaratıcı potansiyelleri keşfetme fırsatı verildiği söylenir; çocuklarımızın eğitimi için ödeme yapmamız gerektiğinde, bize böylece “benliğin girişimcileri” olduğumuz, kendimizin ve çocuklarımızın kişisel büyümesi ve memnuniyetine yatırım yapma özgürlüğü kazandığımız söylenir.
Dayatılmış “özgür tercihler”in sürekli bombardımanı altında, çoğunlukla doğru dürüst bir yetkinlik ya da bilgiye bile sahip olmadığımız kararlar vermeye zorlanarak, “tercih özgürlüğü”müz giderek bizi hakiki tercihin —pazar-özgürlüğünün ötesine geçerek üretim ve mübadele sürecinin kolektif örgütlenmesi ve regüle edilmesi özgürlüğüne ulaşma tercihinin (aslında, kararının)— özgürlüğünden mahrum eden bir yüke dönüşüyor. İnsanlığın bizzat kendi yaşam-kalımını tehdit eden antagonizmalar karşısında (ekoloji, biyogenetik, “fikri mülkiyet,” kamusal yaşamdan dışlananların oluşturduğu yeni sınıfın yükselişi) ancak bu yolla baş edebileceği giderek daha açıkça ortaya çıkıyor.
Belki bu paradoks Ukrayna’da süregiden —medyada TISA konusunda ağır basan sessizlikle açık karşıtlık içinde kapsamlı olarak ele alınan— olaylara olan takıntımıza yeni bir ışık tutabilir. Biz Batıdakileri büyüleyen şey, Kiev’deki insanların Avrupalı yaşam tarzının serabı için ayakta olmaları değildir, ayağa kalkıp —en azından görünüşte— kaderlerini kendi ellerine almaya çalışmış olmalarıdır. Radikal bir değişimi dayatan politik bir fail olabildiler —biz Batıdakilerinse, TISA müzakerelerinin tanıtladığı gibi, artık böyle bir tercihimiz bulunmuyor.
Slavoj Žižek, Sloven filozof ve psikanalist, Beşeriyet Gelişmiş Çalışma Enstitüsü’nde (Essen, Almanya) kıdemli araştırmacıdır. Ayrıca dünyanın 10’dan fazla üniversitesinde ziyaretçi profesör olmuştur. Žižek birçok başka kitabın yazarıdır: Ahir Zamanlarda Yaşarken, Önce Trajedi Sonra Komedi, Kırılgan Mutlak, Biri Totalitarizm mi Dedi? Londra’da yaşıyor.
Türkçesi: Işık Barış Fidaner

13 Ağustos 2014 Çarşamba

EĞİTİM REFORMU VE ONUN NASIL YAPILABİLECEĞİ HAKKINDA BİR İZAHAT

   


      Önceki gün Twitter'da bir twit gördüm.Aktif Eğitim Sendikası Başkanı Osman Bahçe'ye ait.Twit aynen şöyle: ''ÖSYM'nin son verilerine göre YGS'de yaklaşık 900 bin kişi Fen,420 bin kişi Matematik,85 bin kişi Sosyal ve 5 bin kişi 'sıfır' çekti. ''

     Okuyunca canım sıkıldı.
     Zaten -benim de girdiğim ve çok şükür hayırlısıyla sürecini atlattığım- YGS'ye giren öğrenci sayısı bir buçuk milyon.Bunların 420 bini matematikten hiç soru çözemediyse biz hangi eğitimden bahsediyoruz Allah aşkına?

     Siz çocuğu alın,ilkokuldan liseye kadar 12 sene boyunca sabah,akşam eğitin;12.senenin sonunda bir tane matematik sorusu çözemesin..

     Kimse kusura bakmasın,suç bizlerde değil;hem de hiç değil.Ülkenin çocukları olarak bizler eğitim suçlusu değil eğitim mağdurlarıyız.

     Eğitim sendikalarında yurt dışında gidip eğitim sistemlerini inceleyen büyüklerimiz anlatıyor,okuyoruz.Ayrıca Twitter'da yurt dışında yaşayan kişilerle de tanışıp eğitimle ilgili konuşuyorum,yani az çok biliyorum onların eğitim sistemlerini de naçizane.

     Kimse bana ''Türkiyeli çocukların ırka dayalı bir zeka sorunu olduğu için 12 sene eğitim aldığı halde 1 tane dahi matematik sorusu çözemiyor'' dedirtemez.Ülkemizin çocukları olarak yaşadığımız trajedi, eğitim planlayıcılarının suçu.

     Biliyorum bu konuda söylenmedik söz kalmadı;yazarı,çizeri,sosyoloğu,pedagogu her yıl sınav sonuçları açıklandığında ''yahu yazık oluyor ülkemiz çocuklarına,eğitim sistemimiz hatalı'' diyor ama nafile..

     Yine biliyorum benim buradaki satırlarım da kimsenin umurunda olmayacak;ama yurtdışındaki çocukların eğitimlerini gördükçe,Amerika'daki,Hollanda'daki,Danimarka'daki çocukların nasıl keyiflice eğitildiklerini izledikçe ülkemiz çocukları adına boğazım düğümleniyor,bir şeyler söylemek istiyorum.

      Bir eğitim reformu için şu üç husus yeniden yapılandırılmalıdır:

     1)Eğiticinin Eğitimi: Eğitimciler,göstermelik bir pedagojik formasyon ile değil,bir pedagog kadar çocuk ruh sağlığını bilecek donanıma eriştirilmelidir.Bu beş yıl mı sürer,Danimarka'daki gibi 10 yıl mı bilinmez;ama ilk hedef eğiticinin eğitilmesi olmalıdır.Düşünün,ülkemizde hâlâ,yazısı çirkin diye çocuğun defterini yırtıp çöpe atan eğiticiler var.Ya da ödevini yapmadı diye çocuğu tenefüse çıkartmayan,yaramazlık yaptı diye defterine on kere,yüz kere,bin kere ''özür dilerim öğretmenim'' diye yazdıran öğretmenler var.Veya yine düşünün,zaten hapishane koridoru gibi sesin yankı yaptığı koridorlarda çocukların koşmasına,cıvıldamasına tahammül edemeyip ''oğluuuummmmmm'' diye bağıran,çocuğun arkasından tekme savuran eğiticiler varsa orada eğitim olur mu rica ederim siz söyleyin..Eğiticiler,çocuk psikolojisi konusunda eğitilmedikçe,hangi reformu yaparsanız yapın hiçbir şey değişmez.

     2)Gerçekçi Müfredat: Acaba,eğitim planlayıcıları,tek tip bir müfredat ile bu kadar büyük bir ülkenin eğitim sistemini yönetebileceklerine kendileri inanıyor mu? Falanca tarihte filanca bölüme kadar konular bitmiş olacak denilirken,Hakkari ile İstanbul'daki öğrencilerin aynı şartlar altında eğitim aldıklarını düşünüyorlar da tek tip müfredat uygulamakta ısrar ediyorlar? Halbuki modern eğitim sistemlerinde süreç değil,sonuç önemlidir.Örneğin,ilkokul üçüncü sınıfa kadar çocuk matematikte dört işlemi öğrenmeli diye hedef koyarsınız,okul bunu nasıl başaracak karışmazsınız.Sonuca erişmek için nasıl bir süreç işleyeceğine öğretmen karar vermelidir.Öğretmen,geniş bir zaman dilimi içinde kendi öğrencileri ile kimi zaman bahçede,kimi zaman parkta,her türlü ortamda öğrencilerine kendi planladığı dersleri anlatmalıdır.Eğiticinin işine çok karışmak,eğitimde kaos oluşturur

     3)Basamaklı Öğrenim: Ülkemiz eğitim sisteminde ''sarmal öğrenme'' yöntemi kullanılıyor.Yani öğrenci birinci sınıfta bir konu işliyor,konu enine boyuna tamamlanmadan bir sonraki konuya geçiliyor.Yarım kalan konu,zaten bir üst sınıfta yine tekrar edileceği için,döne döne her yıl benzer konularda öğrenciler bir kez daha,bir kez daha aynı konuyu tekrar ediyorlar.Böylece çok tekrar edildikçe daha iyi öğrenilir zannediliyor.Bir konu dört dörtlük öğrenilmeden bir sonraki konuya geçilirse,kişi kendini ''yetersiz'' hisseder.Tamamlayamadığı konu onun için ''öğrenemediği'' konuya dönüşür.Dön dolaş aynı şeyleri dinle,ama hiçbir zaman tam öğrenememe..Halbuki bir önceki öğrenme tamamlanmadan bir sonraki konuya geçilmemelidir.Buna basamaklı öğrenme denir.

     Amerika'yı tekrar keşfedelim demiyorum;izah ettiğim bu üç madde modern eğitim sisteminin üç sacayağıdır.Bu ayaklar yere sağlam basmadan eğitimde reform yapamazsınız.

    İlköğretim ve lise açısından bizden geçti biliyorum,zira bu reformlar bugün başlanılsa bile en az on yıla ihtiyaç var..Ama olsun,ülkemiz çocuklarının içine düşürüldüğü bu trajedi bir son son bulacaksa,on yıla da değer,yirmi yıla da..


12 Ağustos 2014 Salı

TÜRK BİRLİĞİ DÜŞÜNCESİ



Bugün, insanlar arasında çok fazla dikkat çekmese de birlik ve beraberlik tarih boyunca her millet için önemli olmuştur.Tarihin derinliklerinden gelen ve sayısız tecrübeler yaşamı insan topluluğu, en iyi millet özelliğini kazanmıştır. Bu insan topluluğu; ülkü birliği, dil birliği, geçmişte yaşanmış tarihsel olayların, ortak mutluluk ve felaketlerin, derin izler bırakan etkileri altında birbirine kaynaması sonucu bir millet oluşmuştur.
Peki, Türk birliği düşüncesi neden bu kadar önemlidir? Neden bir Türk birliği oluşmalıdır?
Dünyanın çeşitli bölgelerine dağılarak farklı tarzlarda ve güçlerle oluşturulmuş birçok Türk devleti vardır. Bu Türk devletleri tarih boyunca her devirde büyük imparatorluklar ve devletler kurup bütün bir dünyaya yön vermişlerdir. Böyle büyük bir ulusun farklı boylarından yaklaşık 300 milyona yakın ortak bir dilleri, geçmişleri, kültürleri olan insanlar yaşıyorken bütün Türk devletlerinin ekonomik, siyasi ve askeri anlamda güçlerini birleştirmeleri gerekmektedir. Yaşadığımız bu zamanda oluşan kutuplaşmaya ve gruplaşmalara karşı Türk devletleri güçlerini birleştirmeli ve tarihteki o şanlı yerini tekrar almalı, kendinden söz ettirmelidir. Destanlara, efsanelere göre beş bin yıllık, yazılı kaynaklara göre ise iki bin yıllık bir güçten söz etmekteyiz. Bu şanlı milletin adını tarih sayfalarına yazdırmasının başlangıcını ise Büyük Hun Devleti’nin kurucusu Mete Han üstlenmiştir. Zira Mete Han Türk kavimlerine milli kimliklerini sezdiren ve onların büyük, şanlı bir milletin mensubu olduklarını öğretmiştir. Mete Han uygulamış olduğu strateji ile Çin savaşlarında birliğin itici gücü olmaktadır. Böylece Mete Han’la birlikte Türk birliği fikri doğmuş ve tarihteki diğer Türk devletleri ile bu düşünce devam ettirilmiştir.
Tarih boyunca genellikle Avrasya coğrafyasında olmak üzere farklı zamanlarda ve değişik isimler altında 120 Türk devleti tarih sahnesinde boy göstermiştir. Türklerin tarih boyunca çok fazla devlet kurmalarının nedeni; Türk halkının istiklâllerine düşkün olmalarıdır. Bir diğer neden gösterirsek bu da hukuk, adalet ve hürriyet gibi değerlere bakış açılarından gelmektedir. Tarih boyunca nerede bir Türk devleti bulunmuşsa orada özgürlük ve adalet olmuştur. Bugün silahların susmadığı, birliğin sağlanamadığı, binlerce milyonlarca insanın öldürülüp, katledildiği Ortadoğu’da Türk İslam devletlerinin hâkim olduğu zamanlarda, her birisi barış, sükûnet içinde yaşamışlardır. Türk devlet anlayışı, insan, din ve devlet üzerine kurulmuştur. Örneğin Göktürk Kitabelerinde ‘’Türk Budun’’ yani ‘’Türk Milleti’’ denildiğinde, Türk devletinin sınırları içerisinde kalan bütün halktan söz edilmektedir. Göktürk Kitabelerindeki devlet anlayışında; Devletin, hâkim olduğu bölgede yani Göktürk Devleti’ne gücünü ve emeğini vermiş olan insanlar, kültürleri, dinleri ve hatta ülkeleri arasında ayrım gözetilmemiş, bütün yeryüzünde yaşayan insanların yani o dönemde yaşayan insanların yönetimi Göktürk Kağanına verilmiştir. Tarihi eserlerde de görüldüğü üzere milli birlik ve beraberliğin varoluşu oldukça eskilere gitmektedir. Milli birlik ve beraberlik anlayışı Türk milletinin kökeninde vardır.


Asırlar boyunca süper bir güç olan Türk milleti maalesef 17. yüzyılda bu gücünü kaybetmiş ve bayrağı İngiliz İmparatorluğu ele geçirmiş ve son yüzyılda da bu bayrağı ABD ele geçirmiştir. ABD süper güç olarak bugün dünyayı istediği gibi yönetmekte ve her yere kendi çıkarları ve menfaatleri doğrultusunda istediği şekilde müdahale etmektedir. Asıl trajikomik olan ise yüzyıllar boyunca birbirini yiyen, bitiren Avrupa devletleri bu süper güce karşı birleşmek durumunda kalmış ve Almanya ile Fransa’nın önderliğinde Avrupa Birliğini kurmuşlardır. Dün, İngiltere’nin öncülüğündeki Hristiyan dünyası bugün, ABD’nin kontrolündeki Avrupa Birliği merkezli sömürgeci bir dünya şu veya bu ad altında girmiş oldukları ülkeleri dost veya düşman olarak sömürüyor, öldürüyor, önce zihinsel manada, sonra da bedensel olarak köleleştiriyorsa ve bütün bunlar gözlerimiz önünde cereyan ettiği halde görmüyor, düşünmüyor ve de insan olarak tepki göstermiyorsak, atalarımıza karşı ve dünyaya karşı, insanlığa karşı görevimizi yerine getirebilmiş sayılır mıyız?
Peki, Atatürk Türk birliği ve beraberliği hakkında ne düşünüyordu?
Mustafa Kemal Atatürk “Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapatacağım. Türk Birliği’ne inanıyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliği ile açacak, dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türklüğün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek”[1] demiştir. Atatürk bunun için din, dil, tarih ve inanç vasıtasıyla manevi köprüleri sağlam tutarak hazırlık yapılmasını gerektiğini belirtmiştir. “Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşımını beklememeliyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir” demiştir. Atatürk Türk dünyası ile olan ilişkilerde son derece planlı ve programlı hareket etmiştir. Araplar için nasıl Arap birliği, Avrupalılar için de Avrupa Birliği meşru bir düşünce ve birlik ise Türkler içinde bu böyle olmalıdır.
Bugün Türk devletlerine bakıldığında yazılışı ve söylenişi farklı olsa da kardeş kardeştir;
Bütün Türkler Kardeştir! (Türkiye)
Bütün Türklər Qardaşdır! (Azerbaycan)
Барлық ТҮРКтер бауырлар! (Kazakistan)
Barliq Türkter bauirlar! (Kırgızistan)
Pütün Türk…ler qerindashtur! (Türkistan)
Barcha Turklar qorindoshlar! (Özbekistan)
Bütin Türkler Dogandyr! (Türkmenistan)
Bitun Türklar kardaştur! (Gagauz Yeri)
Böten Türkler Birtuğandır! (Tataristan)
Örnek göstermek gerekirse son zamanlarda yaşanan savaşlar, karışıklıklar nedeniyle Irak’ta Türkmen kardeşlerimize saldırılar düzenleniyor, maalesef zor şartlar nedeniyle bulundukları yerlerden göç etmek zorunda kalıyorlar, yurtlarından oluyorlar. Türkmen kardeşlerimize birçok yardım gönderiliyor, yapılmaya çalışılıyor. Fakat bunlar geçici çözümlerdir. Bu tür büyük sorunlara kalıcı çözümler gerekmektedir. Biz bu çözümün Türk devletlerinin, milletlerinin bir araya gelerek Türk birliği düşüncesini hayata geçirerek ilk adımı atacaklarını düşünüyoruz. Türk birliği düşüncesinin sadece devletler tarafından değil aynı zamanda vatandaşlar tarafından da benimsenmesi gerekmektedir. Halktan gelecek istek ve destek önemlidir. Sonuçta devleti oluşturan o ülke topraklarında yaşayan halktır. Esas görev ise devlete ve hükümete düşmektedir. Tarih boyunca Türk milletinin kökeninde bulunan bu bilinç uyandırılmalıdır. Ne kadar projeler geliştirilmişse, düşünceler ortaya atılmış ve yapılmışsa sanki bundan daha fazlası güçlüsü gerekiyor.
Evet, Avrasya Askerî Statülü Kolluk Kuvvetleri Teşkilatı (TAKM) fiilen hayata geçirilmiştir fakat böyle bir beraberlik yetmeyecektir ve aynı zamanda tüm Türk devletlerini içinde barındıran ortak hedefi amaçlayan sadece askeri açıdan değil aynı zamanda siyasi ve ekonomik bir birlik, güç oluşturulmalıdır. Bu atılan adımın ilk ve son olmamasını umuyoruz.
[1] Atatürk’ün Sofrası, İsmet Bozdağ, s.138.

SİNCAR HALKININ IŞİD'E KARŞI YAŞAM SAVAŞI

       Işid,Irak'ta terör estirmeye devam ediyor.Ülkenin yarısından fazlası tehdit altında.Örgüt ani baskınlar yaparak stratejik bölgeleri ele geçiriyor,insanları öldürüyor veya kaçırıyor.Bu korku binlerce insanı göçe zorluyor.Son olarak Sincar'a saldıran Işid,on binlerce Ezidi'nin başka yerlere göç etmesine sebep oldu.Şu ana kadar en az 100 çocuğun dağlarda açlık ve susuzluktan öldüğü bilgisi var.Bir o kadar da yaşlının öldüğü söyleniyor.Binlerce Ezidi ise dağlarda mahsur kalmış durumda.Tam bir trajedi yaşanıyor.Laleles,Türkiye ve Erbil tarafına binlerce Ezidi göç ediyor.

     Şengal,Musul'un kuzeybatısında,Suriye-Irak sınır kapısına çok yakın bir yerde.Rabia ile yan yana.Konumu itibariyle IŞİD'in dikkatini çeken bir yer.Şengal'i ele geçiren IŞİD,böylece Irak-Suriye sınırını fiilen ortadan kaldırmış oldu.Hem ovaya açılan hem de dağa uzanan bir yerleşim alanı olması da burayı önemli kılıyor.

     IŞİD,Kürtlere karşı Irak'taki ilk ciddi saldırısını Sincar'a girerek yaptı.Oysa örgüt daha önce Kürtlerle bir meselesinin olmadığını ilan etmişti.Mesud Barzani'nin Bağdat hükümeti ve Amerika ile görüşmeler yapıp IŞİD'i bitirmek için çalışmalara başlaması Selefi anlayışına sahip örgütü kızdırdı.Ramazan Bayramı'nda Peşmerge kuvvetlerini ziyaret eden Barzani'nin 'Sizlere yakında ağır silahlar vereceğiz' müjdesinin IŞİD'în hızlı hareket etmesine neden olduğu belirtiliyor.

     Ayrıca Sincar'ın düşmesi,diğer bölgelerdeki insanların psikolojisini de etkilemiş durumda.IŞİD'in çok iyi başardığı psikolojik üstünlük sağlama stratejisi şu ana kadar tutmuş gibi.Kaynağı belirsiz söylentiler,binlerce kişinin bir anda evlerini terk etmelerine neden oluyor.''IŞİD geliyor'' söylentisinden daha korkulan durum yok artık.Son olarak, IŞİD'in Mahmur'a saldırdığı ve ele geçirdiği söylentisi bir infiale yol açtı.Mahmur ilçesi Erbil'e 60 km. uzakta.Mahmur'a 35 km uzaklıktaki Guer nahiyesinde çıkan çatışmalar tedirginlik sebeplerinden biri.

     Son tahlilde:PKK,PYD ve peşmergelerin yüzlerce genci silahlandırdığı söylenenler arasında.Irak'ın Kürt bölgesini tehdit eden IŞİD'e karşı bütün Kürtler birlikte hareket etmek istiyor.Fakat siyasi hesaplardan dolayı genelde tam bir birlik sağlanmış değil.


TÜRKMENLER KATLEDİLİRKEN..


     Işid teröründen kaçan binlerce Türkmen yollarda ve kamplarda perişan.Türkiye'nin ''Türkmen kartı'' yok olmak üzere. ''Işid bizi Şii-Sünni diye ayrıştırıyor'' diyorlar.Yardım bekledikleri Türkiye'nin sahip çıkmamasıyla da hayal kırıklığı yaşıyorlar.

      Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) , Irak'ta korku salmaya devam ediyor.Öyle ki örgüt tüm dengeleri bozmuş durumda.Mezhepleri ayrıştırmada etkili olduğu gibi etnik grupları da mezheplere bölüyor.Keskin ve kalın çizgiler çizen IŞİD,Irak'ta sadece terör estirmiyor,sanki Irak'ın yeni haritasını da dizayn ediyor gibi eylemler ve işgaller yapıyor.Irak şu anda tam bir kaos ve göç dalgasıyla karşı karşıya.Bundan en çok etkilenenler ise pek gündeme gelmeyen Türkmenler.Ayrıca Türkmenler içinde Şii ve Sünni ayrımı giderek keskinleşiyor.Türkmenlerin en büyük şikayeti ise Türkiye'nin kendilerini yalnız bırakması.300 bin nüfuslu Telafer tamamen boş.Burada sadece IŞİD militanları ile az sayıda da Arap bulunuyor.Alınan bilgilere göre kentte 500'den fazla terörist var ve bunların bir kısmı Sünni Türkmenler..Türkmen Cephesi bu bilgiyi doğruluyor.

    Türkmenlerin büyük kısmının kaldığı kamplardan biri Hazır.Musul yakınlarındaki bu kampta kalanlar burayı daha çok geçiş amaçlı kullanıyor.Bir şehirden bir şehire geçişler o kadar kolay değil ama yine de binlerce insan araç kuyrukları oluşturuyor.Peşmerge denetimindeki kamptan her gün 500 aile başka yerlere geçiyor.Geçiş noktalarında bekleyenlerin tamamı Türkmen demek yerinde olur.Bunların büyük kısmı ise Şii.Sünni Türkmenler daha çok Kerkük merkez,Erbil ve büyük kentlere geçiyor,kamplarda az bir kısmı kalıyor.

     Türkmenlerin bulunduğu Hazır Kampı aslında çok şey ifade ediyor.Buraya çeşitli yerlerden gelenlerin çoğunluğunu Türkmenler oluşturuyor.Türkmenler burayı başka yerlere geçmek için kullanıyor.Güneşin altında günlerce bekleyen Türkmenler kamyon,otomobil ve minibüslerle bir yerden bir yere gitmeye çalışıyor.Küçücük arabalara tıkıştırılmış iki-üç aileyi görmek sıradan bir durum.Kaçış ve panik hali hala mevcut.

     Türkmenlerle yol boyunca karşılaşmak mümkün.Dohuk,Kerkük,Erbil,Musul,Bağdat yolunda küçük konvoylar oluşturan Türkmenler,kontrol noktalarından ya geri gönderiliyorlar ya da gidecekleri yerlere ulaşabilmek için saatlerce,hatta günlerce bekliyorlar.

      Musul ve Telafer Türkmenleri dört bir yana dağılmış durumda.Kerkük civarında yaşayan Türkmenler de öyle...Küçük ilçe ve kasabalarda yaşayan Türkmenlerin bir kısmı Kerkük'teki akrabalarının yanına yerleşmiş.Akrabaları olmayanlar ise buldukları yerlerde ikamet ediyor.Şiilerin bir kısmı Kerkük'e geçmiş.Fakat şu anda Şii Türkmenlerinin yoğunlukta yaşadığı yerler de IŞİD kuşatması altında.Bunların başında Amirli belediyesi geliyor.Bu beldeye giriş-çıkış yok.Bağdat hükümeti havadan gıda yardımı yapıyor.

      Aynı şekilde olmasa da Kerkük'e çok yakın mesafedeki Tuzhurmatu ilçesi de zor durumda.Etrafı sarılmış.Daha doğrusu IŞİD Kerkük'ün etrafını kuşatmış ve şehre gitmek için fırsat kolluyor.Ancak uç noktalarda Peşmergenin varlığı ve Türkmenlerden oluşan milis güçler şimdilik IŞİD'e geçit vermiyor.Lakin IŞİD'in Kerkük'e girmesi durumunda ülkenin tamamen bir kaos ortamına sürükleneceği aşikar..

     Türkmeneli bölgesi olarak geçen Telafer,Musul,Aktınköprü,Kerkük,Tuzhurmatu,Kifri,Amirli,Karatepe,Haneki,Diyala,Mendeli,Bedre gibi yerleşim yerlerinin önemli kısmı IŞİD'in elinde ya da kuşatmasında.Telafer ve Musul tamamen kaybedilirken,Kerkük civarındaki yerler ise kuşatma altında.Son 10 gündür Sincar'da da etkili olan IŞİD,Telafer'e bağlı bu beldeyi de tamamen kontrolüne almak istiyor.Telafer,Türkiye ile sınır olması açısından da son derece stratejik bir yerde bulunuyor.

VEFATININ 15.YIL DÖNÜMÜNDE CAN YÜCEL'İ ANMAK

 
Yıllar önce bir Milli Eğitim Bakanı'nın makam odasının kapısı çalındı,içeriden kararlı ve tok bir ses ''girin'' diye seslendi,oldukça mütevazi süslenmiş bir odaya iki lise talebesi girdi.

   Tombul yanaklı olan, Milli Eğitim Bakanı'na yanaşarak ''Babacığım merhaba elini öpmeye geldik Gazi ile beraber..'' diyerek arkadaşını gösterdi,mezun olmuşlardı iki samimi arkadaş oldukları liseden Gazi ve Can, bakanın elini öptükten sonra masanın karşısındaki koltuklara oturdular.

    Tombul yanaklı çocuk söz aldı: ''Babacığım biliyorsun okulumuzu her ikimiz de başarı ile bitirdik ve bir yıldır para biriktiriyorduk,eğer senin de iznin olursa bakanlığın bursundan yararlanıp Amerika'ya okumaya gitmek istiyoruz.'

    Kısa bir süre yaşanan sessizliğin ardından bakan ''Oğlum biraz dışarı çıkar mısın,bizi arkadaşınla bir-iki dakika yalnız bırak'' dedi ve oğlu dışarı çıktıktan sonra çocuğa dönerek şunları söyledi:

  ''Bak evladım,ben sizin gibi başarılı öğrencilerin yurt dışında öğrenim görmelerini her zaman desteklerim,fakat bir bakan olarak oğlumu Amerika'ya gönderirsem bunu başkaları farklı değerlendirecektir,bu yüzden sadece sana burs veriyorum,gerekli işlemlerin yapılması hususunda talimatı vereceğim az sonra..hayırlı olsun''

    Heyecan içinde kapının önünde bekleyen Bakan'ın oğluna sarıldı çocuk: ''Can,sana bir iyi bir de kötü haberim var.Baban bana burs verdi fakat seninkini onaylamıyor.'' tombul yanaklı çocuk elini cebine atıp içi para dolu mendili arkadaşına uzatarak ''al bunları Gazi,bana lazım değil nasılsa artık bu para'' dedi ve bir yıldır kurduğu Amerika hayallerini arkadaşının avucuna uzattı..

    Oğlunun geleceğini bile ülkesinden sonra düşünen onurlu Milli Eğitim Bakanı, Hasan Ali Yücel;
    Oğlu büyük edebiyatçı Can Yücel;
    Ve onun lise arkadaşı,dünyanın en önemli beyin cerrahlarından Prof.Dr. Gazi Yaşargil idi..

Kendisine 'Nasılsınız?' diye soran üniversite öğrencilerine,güncelliğini hiç yitirmeyen bir şekilde;

''memleketin hali benim halim.
öyle bir kabız olmuşum ki;
boğazıma kadar bok içindeyim.'' şeklinde cevap verir..

Bazen Deniz' lerin ardından 'Mare Nostrum' der devrime olan özlemini dillendirir;

En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun.
Böyledir yani Can Yücel..


       Biz 'sosyal medya nesli' olarak hemen her gün karşılaşırız onunla.Az-çok bilinir o yüzde nüktedanlığı.Tabi hepsinin doğru olduğu söylenemez fakat genel anlamda argoyu seven,fakat bu argoların hepsinde buram buram samimiyet kokan güzel insandır kendisi.Bizi,bize en iyi anlatan şairlerden olduğundan olsa gerek bundan sonra da dilimizden düşmeyecek onun dizeleri ve ironiden geçilmeyen hikayeleri..Kapanışı rahmetli Tuncel Kurtiz'in sesinden bir 'Sevgi Duvarı' şiiriyle yapalım istedik.. 



7 Ağustos 2014 Perşembe

İSTANBUL'DAKİ SURİYELİLER VE MUALLAK GELECEKLERİ

   
 

     Özellikle,sadece İstanbul'daki Suriyelilere değinme sebebim burada yaşayanları daha iyi betimleyeceğimi düşünmem.Yani il dışında yaşayanların yaşamını tam bilmediğim için yanlış yazmak istemedim açıkçası.

     İstanbul'un hemen her köşesinde onlara denk gelebilirsiniz.Parklarda,metro-metrobüs girişlerinde,vapurlarda,sokakta kağıt toplarken,atölyelerde ucuz işçilikle çalışırken vs.vs..

     Pek çok insan ön yargıyla yaklaşıyor bu savaşın çocuklarına-insanlarına.Peki,gerçekten bu kadar kötüler mi?Ya da kötüler mi?

     Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; bu insanlar canları sıkıldığı için,şöyle turistik bir gezi olsun-hava değişimi yaşayalım diye gelmediler.Zaten turistik gezi için gelen Balat'ta yıkık dökük bir viranede yaşamaz,değil mi? Hele ki soydaşlarının Hilton'da,Holiday Inn'de kaldıklarını var sayarsak..

       Peki,hepsi iyi niyetli mi? Değil,doğru.Arada sevmediğimiz vasıflara sahip kişiler de var.Lakin diğer tarafta savaştan ölmekten kaçıp önüne gelen ilk limana sığınmış ve bu yolda önüne gelen her şeyi yapmaya hazır insanlar da var.Ve bu insanlar ilk saydığım kişilere nazaran kat ve kat daha fazla.Yani 10 kişilik aileyle iki odada kalmaları keyfiyetten değil.Mesela Süleymaniye Camii'ne otobüsle gelenler bilir.Vefa durağında inip camiye yürürken ''Suriyeliler mahallesi'' denilen yerden geçersiniz ve ordaki insanların gayet masumane ve çaresiz gözlerinde hayat ışığı kalmamış şekilde yaşamlarını sürdürdüklerine tanık olabilirsiniz.Tamam,metroda sürekli dilenen birilerini görmek sizleri rahatsız ediyor ama onlar da bununla mutlu değil zaten.Sadece ölmekten daha iyi olduğunu düşünüyorlar.Ayrıca onların ucuz işçilikle çalışması sebebiyle iş bulamadıklarını rivayet edenler bence kulp uydurma gayretinde.Kendi ilgi alanıyla ilgili internette iş araştırması yapanlar en geç 1-2 günde kendilerine göre iş bulacaklardır. kariyer.net,yenibiris.com ilk aklıma gelenler..

     Aslında burada devlet yöneticilerinin,belediyelerin üzerine büyük iş düşüyor.Çünkü bu ortam uzun vadede devam edemez.Ayrıca her ne kadar barış-kardeşlik vurgusu yapsak da toplumda gittikçe artan bir kutuplaşma var ve Suriyeli muhacirler de bu konuda önemli bir noktada.Burada kalmaya devam mı edecekler? Kalacaklarsa çocukları bizimle aynı okullarda mı okuyacak? Yoksa onlara has okul mu tahsis edilecek? Aynı okullarda okuyup ülkemizde mühendis,doktor,esnaf vs. olarak hizmet mi edecekler? Yoksa bunlara gerek kalmayıp kısa sürede geri mi dönecekler? Bunların cevabını hem biz ensarlar hem de muhacir kardeşlerimiz merak ediyor.Ve bunun cevabı birileri tarafından verilmediği sürece maalesef işler daha da sarpa saracak..

5 Ağustos 2014 Salı

ZİYA GÖKALP ÖZELİNDE TÜRKÇÜLÜK

   


         Fransız İhtilâli’nden sonra milliyet hareketlerinin dünyada önü alınamamış, Batılıların da kışkırtmalarının etkisiyle Osmanlı devleti küçülmekten kurtulamamıştır.Devletin kurucu unsuru olan Türkler çeşitli milletlerden oluşan imparatorluğu parçalanmaktan kurtarmak için çaba gösterirken, Türklüklerini ön plâna çıkarmıyorlardı.Bu nedenledir ki, Türk milliyetçiliğine, diğer milliyetçiliklerde olmayan bir isim, yani “Türkçülük” ismi verilmiştir.Pan hareketleri dışında hiçbir milliyetçilik “izm” ekinin Türkçeleştirilmesi ile terkip edilen “Türkçü” gibi bir sıfat almamıştır. Türk milliyetçiliğine “Türkçülük” gibi özel bir ismin verilmesi Osmanlı ve İslam kimliğinden ve milletinden farklı bir düşünceye vurgu yapma ihtiyacının kuvvetli olmasından kaynaklanmaktadır.


        Türkçülük, Avrupa’daki Türkoloji çalışmalarının da tesiriyle bir kültür hareketi olarak başlamıştır.Rusya’da yaşayan Türklerin milliyet bilincine ulaşması ve birçok aydının Osmanlı devletine gelmeleriyle de bu fikir güçlenerek siyâsî bir nitelik kazanmıştır.Yusuf Akçura,Hüseyinzade Ali,Ahmet Ağaoğlu bunların başlıcalarındandır. Onlara göre; devlet ancak dili, dini, soyu ve ülküsü bir olan topluma dayanarak ayakta durabilirdi. Bunun için Osmanlı devleti içinde yaşayan Türklerin milliyet bilincine ulaşması gerekiyordu. Osmanlı son dönem fikir hareketlerinin en sonuncusu olan Türkçülük, siyaset sahnesine her ne kadar Osmanlıcılığın ve İslamcılığın ülke toprakları bir bir elden çıkarken geri çekilmeleri üzerine çıkmışsa da,Süleyman Paşa,Ahmet Midhat Efendi,Ahmed Cevdet Paşa,Şemseddin Sami,Necip Asım Bey,Veled Çelebi,İkdamcı Cevdet,Hüseyinzade Ali Bey,şair Mehmed Emin,Yusuf Akçura ve daha bir çokları hayali ve ilmi Türkçülük yapıyorlardı. Ama bütün bu gayretler dağınıktı ve sistematize edilmesi gerekiyordu.

   
         Türkçülük fikriyatı, Ziya Gökalp’in katkıları ile sistemleştirilmiş ve bilimsel nitelik kazanmıştır. Ona göre devletin kurtuluşu ve güçlenişi “yeni bir hayata” bağlıdır.Bu hayat üç direklidir. Birincisi, Türkçü olmaktır; dilde, güzel sanatlarda, ahlâkta ve hukukta Türk kültürüne bağlanmak gerekir.İkincisi, İslâm ümmetinden olmaktır; dini devletten ayırmak şartıyla İslâm Dini’nin en kutsal din olduğuna inanmak gerekir.Üçüncüsü ise Batı uygarlığını benimsemektir; bilimde, felsefede, teknikte tam bir Batılı kafaya sahip olmak gerekir.

     
       Türkçülük fikrinin zorunlu olarak siyaset sahnesine girdiğini görmekteyiz. Özellikle devrin iktidarı İttihat ve Terakki Osmanlıcılık ve İslamcılık fikrinin etkinliğini yitirmesinden sonra Türkçülük fikrine bağlanmıştır. Bu durum bir anlamda Ziya Gökalp’in düşüncelerinin pratiğe geçmesi için de önemli bir aşama olmuştur.

       Türkçülüğün mahiyetini anlamak için “millet” adı verilen topluluğu ve milli kültür değerlerini kavramak gerektiğini vurgulayan Ziya Gökalp, daha önce Türk Yurdu dergisinde neşrettiği Türkçülükle ilgili makalelerini de içeren ve 1923 yılında yayımlanan “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabında,Cumhuriyetten sonraki hamleleri de yönlendiren milliyetçilik hareketinin esaslarını sistemli bir şekilde ele alarak,bir programa bağlamıştır.O’nun fikir sistemindeki Türkçülüğün programı “dilde, estetikte, ahlakta, hukukta, dinde, iktisatta, siyasette ve felsefede” Türkçülük,yani milli değerlere dönüş olmak üzere sekiz bölüme ayrılmıştır.Gökalp Türk milletinin,kendi özünü oluşturan milli kültür değerlerine bağlı kalarak yükselip çağdaşlaşmasını,toplum düzenini bu sekiz programa göre düzenlemesinde görmüştür.O’na göre dilde Türkçülüğün gayesi,konuşma dilinin işlenip yazı haline getirilmesi ve bu yolla halkla aydınları birleştirip bütünleştirilecek bir milli dilin yaratılmasıdır.Estetikte Türkçülük,özel olarak edebiyatta,musikide ve güzel sanatların öteki dallarında,bir yandan halktaki değerlerden, bir yandan da Batı sanatından yararlanarak, bunları bir senteze ulaştırmaktır. Ahlakta Türkçülük, diğer milletler arasında Türk milletini birinci yapan ve zirveye ulaştıran ahlaki değerlere sahip çıkmaktır.Vatan ahlakını, meslek ahlakını, aile ahlakını, milletlerarası ahlakı işleyip değerlendirerek topluma mal etmektir.Hukukta Türkçülüğün gayesi, Türkiye’de medeni bir hukuk sistemi inşaa etmektir. Dinde Türkçülük, din kitaplarının hutbelerinin,vaazlarının ve duaların Türkçe okunmasını sağlamaktır.Çünkü dini heyecanın kaynağı konuların anlaşılabilmesine bağlıdır.İktisatta Türkçülük, memlekette büyük bir sanayinin kurulmasını sağlayacak şartları hazırlamaktır.Siyasette Türkçülük, yönetimde halka, Türk milletine değer vermek ve milletin değerlerini benimsemektir. Bu yol kültürel bir çalışma ve yenileşme yoludur.Felsefede Türkçülük, Türk halkındaki milli felsefeyi bulup ortaya çıkarmaktır. Her milletin kendine göre bir dünya görüşü ve felsefesi vardır.Esasen milletleri birbirinden ayıran kültür değerleri, bu kendine özgü dünya görüşlerinin ve mili felsefelerinin sonucudur.Gökalp’e göre Türkçülüğün gayesi tek bir Türk    harsı(kültürü) yaratmaktır.Bu hars tabi ki doğu, kuzey ve güney Türkleri için müşterek olacaktır. Bu,Gökalp’in Turan’ına giden yolun en önemli aşamasıdır.

   
KAYNAKÇA :

57 Akçura, Yusuf ; Türkçülüğün Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998, s.11
58 Göklap, Ziya; Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1976, s.1-13
59 Korkmaz, Alâaddin, Ziya Gökalp Aksiyonu Meşrutiyet ve Cumhuriyet üzerindeki Tesirleri, MEB İstanbul, s.117
60 Göklap, Ziya; Türkçülüğün Esasları, MEB Yayınları, İstanbul, 1999, s.110

SEÇİM ARİFESİNDEKİ TÜRKİYE

         Türkiye,ilk kez kendi cumhurbaşkanını seçeceği seçimin arifesinde.Önümüzde 3 aday ve seçilecek 12.cumhurbaşkanı var.

         Bu tarz seçim önceleri ülke hep gergindi,kabul.Fakat bu sefer tansiyon her zamankinden ötede.Polemikler,tartışmalar,hakarete varan eleştiriler.Artılarıyla ve eksileriyle 3 adayı ele almak gerekirse:

        Recep Tayyip Erdoğan: Şu anda mevcut başbakan olması ve bu sebeple tüm devlet olanaklarını kullanması hasebiyle en güçlü aday konumunda.12 yıllık başbakanlık kariyerinde en güçlü yardımcısı olan hatip özelliği yine en güçlü yanlarından birisi.Fakat diğer taraftan her an sinirlenmeye meyilli ve kutuplaştırıcı tavrıyla kendisine oy vermeyen kitlenin büyük bir 'nefretiyle' karşı karşıya.Ayrıca geçen seneki Gezi olaylarındaki tavrı,cemaate karşı kullandığı ifadeler ve gittikçe artan siyasi otoriterleşme pek çok kişiyi şüpheye düşürüyor.Bunun yanı sıra ülkede uygulamayı planladığı 'devlet başkanı' modeli de pek çok insanı geleceğin Türkiye'si konusunda müpheme sürüklüyor.Tüm bunlara rağmen en büyük dayanağı hemen her seçimde aldığı büyük yüzdeli oy oranları ve seçmenlerin AKP'ye oy vermesindeki etkisini düşünürsek yine zafere en yakın aday konumunda.

      Ekmeleddin İhsanoğlu: Uzun süre çatı aday konusunda demeçler veren CHP-MHP biraz yol şaşırtarak sağ kesimden gelen ve siyasi zeminden uzak olan bir isimde uzlaştı.Fakat CHP'de parti içinde bile pek çok fikir ayrılığına düşürdü bu isim.CHP'nin oy tabanını düşünürsek pek de şaşırmamak gerekir.Bu isim düşünülürken muhtemel amaç sağ kesimden gelen iktidarın oylarını bölmek ve almaktı.Çünkü CHP ve MHP'nin seçimlerdeki seçimlerdeki oy yüzlerini göz önünde bulundurursak salt kendi yüzdeleri yetmeyecek.Bu yüzden Başbakan'ın zamanında İKÖ Genel Sekreterliği konusunda tam destek verdiği bir adayı tercih etti.Kendisi siyasetten her ne kadar uzak olmadığını belirtse de kendisinin Türkiye siyasetiyle pek içli dışlı olmadığı gerçek.Diplomasi alanında hayli birikimli olduğu bir gerçek,fakat Türkiye siyaseti ortamına ayak uydurması zaman aldı.Kendisini kabul ettirinceye kadar da zaten seçim zamanı geldi.
Fakat polemiklerden uzak kalarak herkesin takdirini kazandı.Başbakan'ın monşer yakıştırmasına verdiği cevap,basın konuşmasında -özellikle- bayan gazetecilere karşı kullandığı üslup,her platformda sergilediği muazzam duruşla kendisinin bizden biri olmadığının göstergesi adeta.Buna rağmen Türkiye siyasetinde pek yerinin olmaması kendisinin dezavantajı,bu da bir gerçek.

     Selahattin Demirtaş: Aslında kendisinin bu yarışta yer almasının en önemli nedeni gözdağı.Ayrıca CHP'nin sağ kesimden bir aday çıkarmasından sonra sol kesimdeki oy potansiyelinin artacağı da aşikar.Diğer taraftan çözüm sürecindeki isteklerinin yerine getirilmediği(!) mesajını,alacağı oy oranıyla yanıtlama düşüncesinde.Yaptığı mitinglerdeki sakin üslubu ve verdiği özgürlük,kardeşlik vs. mesajları çok hoş fakat işin arkasında yatan ideolojik yaklaşım pek çok insanın kendisine karşı ön yargılı olmasına vesile oluyor.Asıl amacı 2.tura kalmak ve gerek genel gerekse belediye seçimlerinde aldığı oy oranlarına bakarsak bu rakama ulaşacak gibi.

    Özetle,bu seçim Yeni Türkiye yolunda en önemli aşamalardan biri.Alman De Spiegel gazetesinin Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik 16 sayfalık Türkçe ek yayınlaması bunun göstergelerinden biri.Hepimiz için curcunasız,kavgasız,patırtısız bir seçim süreci olması ümidiyle..