31 Temmuz 2014 Perşembe

BATILI- DOGULU DEĞİL TÜRKÜZ!


Bizler şanlı Türk milleti olarak kendimize kötü bir huy edindik:” ÖZENTİLİK”
İlk olarak Lale Devrinde başlayan şu kötü huyumuz bugünlerde maalesef ki iyice arttı. Sokaklarda
Amerikan, İngiliz bayraklı tişörtleriyle gezip bunu kendi tabirlerince “cool” olarak nitelendiren
gençlerimizden tut üzerindeki yazının ne anlama geldiğini bilmeden sadece baskısına ve yazı
tipine kanan doktorlarımız, mühendislerimiz, öğretmenlerimiz ve daha nicelerimizle kapıldığımız,
sonunun hayırlı olmayan ve okyanuslara açılamayan bir nehir akıntısındayız ve akıntıda savrulup
gidiyoruz. Tıpkı rotasız bir geminin okyanusta amaçsız ilerlemesi gibi. Sonra etrafımıza
bakıyoruz adamlar almış başını gidiyor ve şunu diyoruz:
Rota: “Batı


Yüzyıllar boyunca avrupaya kök söktüren Akdeniz'i Türk Gölü yapan Viyana’ya kadar dayanan
ecdadın torunları olarak öncelikle kendimizi bilmeliyiz, bilmeliyiz ki damarlarimizdaki asil kani
hissedip yeniden hakkettiğimiz yerlere gelebilelim. Bizler tarih boyunca değer yargılarımız ve
bağimsızlığımız için yaşadık ve savaştık. “Ya istiklal ya ölüm” diyerek yeri gelince şehitlik
mertebesiyle canimizi vatana feda ettik. 7 asır tüm dünyaya hükmettik. Hiç bir zaman kukla
olmadik ve bu halka kukla olmakta yakışmaz. Bunun yanında biz delilerimizi bile su sesiyle
tedavi ettiğimiz zamanlarda onlar içine şeytan kaçmış diyerek öldüren,dünya yuvarlak diyeni asan
insanlarken bizim yüce mimarimiz olan Mimar Sinan’in inşa ettigi Selimiye Cami’nin kubbesinin
şu an bile nasil oturtulduğu tam olarak çözülememiş ve avrupanın önde gelen üniversitelerinde
hala derslere konu olmaktadır. Yine ecdadımızın şanlı mimari, 400 yıl ayakta kalabileceğini saptadığı
Şehzadebaşı Cami’ni yapar. 400 yıl sonra caminin restorasyonu için neresinden başlanmalı
olduğunu tahmin eder ve 400 yıl sonrasındaki teknolojiyi düşünüp hesaba katarak caminin
restorasyonun nasıl yapılması gerektiğini bir şişenin içine koyar ve restorasyon çalışması
sırasında bulunan şişedeki anlatımla restorasyon gerçekleştirilir. Böyle bir ecdadın torunu 7 asır
boyunca dünyaya hükmetmiş bir soydan gelerek nasıl kendini unutup tuvalet kavramını bile
sonradan öğrenmiş yüzyıllarca kilise baskısı altında yaşamış batının etkisi altında yaşayabilir?


Rönesans ve reform hareketleriyle kendini bu baskıdan ve geri kalmışlıktan kurtaran batı zamanla
gelişmeye başlar ve ecdad en büyük hatasını yapar. Biz zaten batıdan ileriyiz düşüncesine kapılıp
at sırtından inmeyen padişahlarımız zevk sefaya dalınca kaçınılması amansız olan gerileme ve
onun beraberinde diğer yandan bastıran milliyetçilik akımıyla beraber çok uluslu
imparatorluğumuzdaki huzursuzluk ortamı arttı. Bu geri kalmışlık ve huzursuzluktan kurtulmanın
çaresi ne yazık ki kendini geliştirmeye çalışmak yerine o zamanlar büyük oranda gelişmiş olan
batıda arandı. Bunun farkında olan batının oyunu da gecikmedi. Oyun ise çok basit. Topla,
tüfekle, tankla, gemiyle ele geçirilemeyen şu cennet vatanı ve şanlı Türk insanini kendi tarihinden
uzak tutup yeni bir güçlü Türk devletinin oluşmaması, 7 asır daha Türk hükümdarlığını
çekmemek için batılılaştırıp kendi tarihinden atasından uzaklaştırıp aşağılık komplekslerine
bulandırıp batıcılık yağında kavurmak.


Bu yüzden bizler batılı-doğulu , güneyli-kuzeyli  değil, Bizler Türküz. Tabii ki herhangi bir alanda
veya bizden daha gelişmiş olan yönlerinde eksiklerimizi kapatmak, kendimizi geliştirmek için
onlardan aldığımız şeyler veya onların teknolojisini kullandığımız zamanlar olacak. -su
an da dahil olmak üzere - elbetteki her alanda tam bağımsız olana kadar bu sürecektir ama bunu yaparken
şunu unutmamak gerekir: Biz kendi benliğimizle kalmalı bu cennet vatanı geliştirmek için
uğraşmalı batı yağında kavrulmaktan kurtulmalı, özümüze dönmeli ve Türklüğümüzle gurur
duymalıyız.











TÜRKÇE GİDERSE TÜRKİYE GİDER!

            Acaba gerçekten böyle mi? Durum bu kadar vahim mi? Gerçekten Türkçe gidiyor mu? Türkçe giderse Türkiye gider mi?

       Bu konuyla ilgili ciddi anlamda ilk çalışma 1911 yılında Genç Kalemler dergisi altında başlamıştı aslında.O zamanlar ülke İtilaf devletlerinin gemilerini ağırlamaya başlamıştı ve toplumda her fikirden insan vardı.Telaşlananlar,korkanlar,manda ve himaye yanlıları ve daha niceleri..

       Bir tarafta Servet-i Fünun mantığıyla yaşamına devam edenler diğer tarafta ülke için mücadele etmek isteyenler.Bir yerden başlamak istedi edebiyatçılar ve iyi oldukları konuya;yani dile ve edebiyata yöneldiler.Çünkü insanlarda Fransız-Amerikan ve İngiliz hayranlığı baş göstermişti ve bu ülkelere yönelim her anlamda kendisini gösteriyordu.Ömer Seyfettin ve ekibi de dile yeniden anlam katmak için mücadele ederek bu yola koyuldu.

      Cumhuriyet ilan edildikten sonra ise bu mücadele daha profesyonelce ve ülke çapında devam etti.Atatürk'ün Geometri terimlerini Türkçeleştirmesi, TDK'yı kurması,yeni harfleri halka bizzat tanıtması ve daha pek çok örnek..

      Çünkü Atatürk biliyordu ki eğer bir millet her anlamda bağımsızlığını istiyorsa ilk amaç yabancı dillerin boyunduruğundan kurtulmaktı.Bununla ilgili 1 Mart 1922'de yaptığı Meclis konuşmasını örnek verebiliriz:

      ''Efendiler! Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun en önce ve her şeyden önce Türkiye'nin bağımsızlığına,kendi benliğine ve milli geleneğine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etme geleneği öğretilmelidir.''

1945'lere kadar dil konusunda her şey doludizgin devam etti.Fakat sonrasında Amerikan donanmalarının bu sefer Ankara'ya çıkarma yapmasıyla yeni bir başlangıç oluştu.Eğitim dilinin İngilizce olması diye bir şey çıkartıldı ve bu doğrultuda ''hazırlık sınıfı'' diye bir şey eklendi.Üstelik aynı bölümlerin Türkçe eğitim veren kısmı değersizleştirilirken İngilizce hâli şaşaalı bir şekilde sunuldu.(Üniversite tercih kılavuzundan ikisi arasındaki başarı sırası farkını inceleyenler bunu daha iyi kavrar) ve buna ''globalleşen dünyaya ayak uydurma'' dendi.Aslında bu yıla kadar ben de buna inanıyordum.

       Dershanede sene başında yurt dışındaki üniversitelerde okuyan Türk öğrenciler geldi ve okudukları okul ve ülkeler hakkında bilgi aldık.Çin'den gelen öğrenciye şu soruyu sordum: ''Eğitim dili zaten İngilizcedir,hazırlıkta Çince de görecek miyiz?''

      Adam şaşırdı bir an ve ekledi: ''Çin'deki bir üniversitenin eğitim dili neden ingilizce olsun ki?Hazırlık sınıfında Çince görüyorsun sadece.Sınavları geçip 1.sınıfa başlarsan diğer dilleri de yoğun tempoyla üst düzey akademisyenler tarafından Çince olarak öğreniyorsun.''

      Diğer ülkelerden gelen öğrenciler de aynı şeyleri söyleyince aklım başıma gelmişti.Demekki üçüncü dünya ülkeleri dışında her yerde eğitim dili kendi dilleriydi ve diğer diller de anadilleriyle ustaca öğretiliyordu.

      İşin bir de kültürel boyutu var,şimdi de ona değinelim.Konuşmalarda araya ingilizce sıkıştırmak,formülleri ingilizce kullanmak,onu günlük yaşamın bir klasiği haline getirmek..Peki gerçekten ihtiyaç var mı buna? Yani illa bu kelimeleri kullanmak zorunda mıyız? Daha önce zorunda olduğumuzu düşünüyordum ama Oktay Sinanıoğlu hoca ilk adımı atıp kampüs yerine yerleşke kavramını dilimize kazandırarak bunun zorunda olmadığımızı gösterdi.Diğer örnekler için bkz:

Trend-Gidişat                                                      Erozyon-Toprak Kayması
Parlamento-Meclis                                               Parlamenter-Milletvekili
Kabine-Bakanlar Kurulu                                      Medya-Basın,yayın
Dizayn-Tasarım                                                   Ekonomi-İktisat
Detay-Ayrıntılı Teferruat                                      Pozisyon-Durum,Konum
Reyting-Sıralama                                                 Legal-Yasal
Lider-Önder                                                        Organize etmek-Düzenlemek
Provokasyon-Kışkırtma                                       Rezervasyon-Yer ayır(t)ma
Döküman-Bilgi,Danışma,Malümat                        Ambargo-Yaptırım

       Aslında bu sadece ingilizceyle alakalı bir durum değil.Eğer ticari,sanayi,iktisadi anlamda o dönemde dünyada kim söz sahibiyse dilini ve kültürünü yayıyor.Günümüzde bu kulvarlarda Asya'nın atağı sebebiyle Japonlar ve Koreliler de bunu gayet iyi uyguluyor.Özellikle ''k-fan,k-drama,k-pop'' gibi kavramlarla tanışıp Kore dili ve kültürüne yönelip sonrasında kültür asimilesine uğrayanların sayısı gün geçtikçe artıyor.Ankara'nın Çankaya ilçesindeki Kore Kültür Merkezi ve İstanbul'un Şişli ilçesindeki Türk-Kore Kültür İletişim Derneği bu konuda hayli aktif..(Çinliler içe kapanık olduklarından dolayı pek misyonerliğe yönelmemişlerdi fakat onlar da günümüzde yavaştan bu faaliyete başladılar.)

      Peki,ne yapabiliriz? Yani ingilizceyi,almancayı,çinceyi vs. öğrenmeyecek miyiz? Tabiiki öğreneceğiz.Özellikle komşu ülkelerimizin ve dünyada en çok kullanılan dilleri öğrenmek hem keyifli hem de dünyada olup bitenleri anlayıp ülkemizle karşılaştırmak için bir gereklilik.Fakat bunu gerçekleştirirken bir şeye dikkat etmeliyiz;kültür ve dil asimilesine uğramamak.

     Mesela ingilizce için örnek vereyim en basitinden.Yabancı dizi-filmler bu  konuda iyi bir seçenek.Hem aksanları öğrenmek için uygun hem de bizdeki diziler gibi 2 saat mecburiyeti olmadığı için daha kaliteli;kabul etmek lazım.(Ama güne ''Bugün taht oyunlarının 3.sezonunu bitirmem'' lazım başlamamak lazım tabi)

     Ayrıca 21.yüzyılda yaşıyoruz ve internet biz yeni nesilin en büyük dostu.Yani yabancı insanlarla tanışıp   ,onlarla konuşmak için büyük bir kaynağa sahibiz.Facebook ve özellikle Twitter bu konuda hayli yardımcı.Özellikle Twitter dememin sebebi orada, dünyadan Obama,Rihanna,Messi; ülkemizde Cem Yılmaz gibi ''ulaşılması çok güç'' insanlar bile bir tık uzağında.O yüzden oradan farklı insanlarla tanışıp dil konusunda konuşmak da oldukça faydalı olacaktır.Üstelik konuşurken muazzam bir ingilizcenizin olması şart değil,anlatmak istediğinizi genel hatlarıyla söylemeniz yeterli.Fakat bizdeki gibi kısaltma kullanımını sevmiyorlar;onu da belirtmek gerekir.

     Mesela ben Twitter'dan futbol muhabbeti sayesinde Amerikalı bir çocukla tanıştım ve onunla kurduğum diyaloglar sayesinde oradaki insanların Amerikan filmlerinden farklarını anladım.Ayrıca ben de ona genel anlamda nasıl bir topluluk olduğumuzu falan anlatıyorum,oralarda pek tanınan bir ülke değilmişiz;en azından 1 kişi kazanmış olduk.Bir de müzik konusundaki alış-verişlerimiz sayesinde çocuk Sıla ve Zakkum hayranı oluverdi.

     Tüm bu yazıyı derlersek,eğer dilimizin kurallarını tamamen kavrayıp;üstüne diğer dillere de hakim olursak birikim anlamında hayli kazançlı olabiliriz fakat işin sırrı şu tabi; ölçülü ve farkında olmak..