İlkokuldan üniversiteye milyonlarca hocaya ihtiyacımız var; öz-saygısını muhafaza eden, gönlünü öğrencisine açan, onda kendini gören. sürekli yenilenme ihtiyacı duyan, düşünen, yazan, okuyan. Sınıfa her defasında heyecanla, duayla yürüyen...
Kendimizin yer almayacağı bir geleceğe hazırlıyoruz çocuklarımızı. Toplumumuz sağlıklı gelişsin, o geleceğin inşasında payımız olsun istiyoruz. Fakat eğitim sistemi için yapılanlara baktığımızda zamanın ruhunu doğru okuyamadığımız görülüyor.
İlkokuldan üniversiteye sisteme vaziyet edenler “kral çıplak!” diyemiyor, büyük ölçüde “..mış gibi” yapıyor, öncekilerin dümen suyunda yüzüyor. Teknoloji sadece metot açısından bir mânâ ifade edebilir. Tablet bilgisayar ve akıllı tahtayla gürültüsü çokça yapılan Fatih Projesi meselâ. Bunlar sadece birer âlet; ne ölçüde verim sağladığı da soru işareti. Çocukların ahlâkı, sorumluluk duygusu, hedef belirleme kâbiliyeti ve zihnî konsantrasyonu nasıl gelişecek?
Elektronik oyuncakların, eğlence kültürünün, sigara, alkol, uyuşturucu ve müstehcenliğin, uçurumun kenarına savurduğu çocuklar okullarda ne öğrenecek, neden öğrenecek, nasıl öğrenecek? Kaldı ki esas mesele onlara sadece yığınla sınav için -çoğu gereksiz detaylarla dolu, ezber- bilgi yüklemesi yapmak mı? Su üstüne yazı yazmak gibi anlamadan öğrenme (!) onların ve bizim hayatlarımıza ne katacak? Yoksa esas sorumluluğumuzun onları hayata hazırlamak olduğunun farkında değil miyiz? Bu soruların cevabı MEB bürokratlarına, uygulanması da okul idarecelerine ve öğretmenlere emanet. Onlara güvenmek istiyoruz.
Temel eğitimin ilk yılları, çocukluğa geçerken yürüme talimi yaptırdığımız bebeğin elini yavaşça bırakma sürecine benzer. Düşmesini istemeyiz, az sonra düşeceğini biliriz, düşerken bazen yakalarız, bazen düşüşünü yumuşatırız, bazen de düştükten sonra yetişiriz. Evinden sonra vaktini en fazla geçireceği okulda beklentilerimizin karşılanacağına inanmak isteriz. Çocukluktan ergenliğe, ergenlikten gençliğe geçişte rehberlik ise daha zordur.
Fakat tablo iç açıcı değil. İlkokuldan liseye çoğu öğrencinin aklı okulda, derste değil. Bilhassa liselerde ciddi mânâda ders işlenmiyor. Okul çocukları sıkıyor, câzip gelmiyor. Çünkü onlara derslerle hayatın ilişkisini gösteremiyor, heyecan aşılayamıyoruz. Hayatta karşılıklarını bulamıyorlar. Görünüşte onları önemsiyor, ihtimam gösteriyor gibi bir görüntü versek de varoluş sebeplerini hissettiremiyoruz. Pratikte “yok” gibiler. Demek ki onları, daha doğrusu insanı gerçek mânâda anlayamıyoruz. Onlar da Edirne’den Kars’a laubalilik ve boşvermişlik içinde yüzüyor, tutsağı oldukları sınavlara girip çıkıyorlar. Vitrinin arkası boş. Sadece YGS ve LYS sonuçlarına baktığımızda, sayısı milyona yakın öğrencinin matematik ve fizikten sıfır çekmesini nasıl izah edeceğiz?
Bir Anadolu lisesinde öğrencinin soru sorduğu öğretmen onu bir meslektaşına yönlendiriyor: “Onun maaşı benden fazla, onun bilmesi lazım bu sorunun cevabını” diyor. Öğretmenlerin sinir sistemi çok mu yıpranmış vaziyette?
Bir lise müdürü okulda mesai saatlerinin büyük kısmını at yarışlarını takip ederek geçiriyor.
Büyük masraflarla açılan bir turizm ve otelcilik lisesini 2014’te birincilikle bitirip kütüğe bröve çakan öğrenci YGS’de 180 puan alamadığı için LYS’ye giremiyor.
Okulların çoğunda öğretmen odalarında televizyon var ve genellikle bütün gün açık.
Çıraklık merkezi müdürü şikayet ediyor: “İlkokulu ite-kaka bitiren, en problemli, en uyumsuz öğrenciler bize geliyor. Bir zanaat öğretmek istiyoruz, onlar bir şey öğrenmek istemiyor. İşleri hazır, hem okuyacak hem de sanayide çalışıp maaş alacaklar, fakat ne istediklerini bilmiyorlar, ne istemediklerini ise çok iyi biliyorlar.”
Reklamların yıldızı akıllı (!) telefonlar üniversite öğrencilerinin de iptilası (başa belâ). Ellerine yapışık yapay bir organ gibi. Üniversitede yanında kalem taşımayan öğrenci sayısı giderek artıyor. Mühendislik fakültesinde bir problemin çözümünü hocayı takip ederek yazan öğrenciler az sayıda. Ders esnasında ders dışında hemen her şeyle meşgul oluyor, tahtadaki çözümün fotoğrafını çekip gidiyorlar.
Mühendislik eğitimi bütün dünyada tartışılıyor. Yolunda gitmeyen bir şeyler var ve bu biliniyor. Püf noktaları bulmak için uluslararası toplantılar, tartışmalar gerçekleştiriliyor. Problemin Türkiye’de fark edildiğine dair bir ışık henüz görülmüyor. Mühendislik eğitimi tartışmaları yine yüzeysel cereyan ediyor. İş güvenliği ve iş hukuku dersleri küçümseniyor, müfredat gereği yasak savma kabilinden geçiştiriliyor. Sanki mühendislik eğitimi insan için değil de lâf olsun kabilinden yapılan bir faaliyet. Fakat köprüler göçüyor, üstgeçitler çöküyor, binalar yıkılıyor, ÇED raporları hiçbir rant projesini durduramıyor, trafolar kedilere emanet, gıda güvenliğinden hepimiz kuşkuluyuz.
Özel üniversitelerin pek çoğunda öğrenciler hâl diliyle “biz derse girmek, girsek bile dinlemek istemiyoruz. Paramızı ödüyoruz, diploma istiyoruz” diyorlar. Devlet üniversitelerindeki durum da buna yaklaşma istidadı gösteriyor.
Özel üniversitede öğrenci ders esnasında cep telefonundan film seyrediyor. Hoca birkaç ikazdan sonra öğrenciyi sınıfın kapısını açıp dışarı çıkmaya davet ediyor. Üniversite dönem sonunda öğrencilerden hocayı anketle (sanki hakaretâmiz şekilde) değerlendirmelerini istiyor; ardından bu tip hocalara bir daha ders teklif edilmiyor.
Özel veya devlet üniversitelerinin pek çoğunda ön sıralar bomboş. Öğrencilerin % 95’i arka sıralara kaçmış. Hoca öğrencilere ders öncesi ön sıralarda yer bulmanın mümkün olmadığı Alman, Amerikan, Japon üniversitelerinden örnek veriyor. Bazı öğrenciler Erasmus Programı çerçevesinde gittikleri Avrupa üniversitelerinde bunu görüyorlar neyse ki! Fakat hemen herkesin elinin altında Avrupa, Amerika, Japonya patentli telefonlar, bilgisayarlar, fotoğraf makineleri, otomobiller vs.
Mesai esnasında birçoğumuz kendini işine tam olarak veremiyor. Türkiye’de yaygınlaşan bir erişkin hastalığı bu. Aklımız, dikkatimiz, zihnî konsantrasyonumuz başka yerde. Bir üniversite hocası, odasının kapısını açık tutuyor. Bilgisayarının ekranı kapıya dönük ve hoca iskambil falı bakıyor bütün gün; öğrencilerinden meslektaşlarından utanmadan. Bundan daha iyisi, birçok öğretim üyesinin, siyasi gündemi ve Twitter hesabını gün boyu takip etmesi.
Türkiye’de hazırlanan doktora tezlerini de ABD ve Avrupa akreditasyon sistemine açsak nasıl olur? Dünya ile rekabet edecek kaliteyi sağlıyor muyuz acaba, görmüş oluruz. Bugün akademisyenlerin ve akademisyen adaylarının pek çoğu ciddi ve sürekli okumuyor. Temel bilimlerde zayıfız. Merakı sürekli ve canlı, kafasında sorularla yaşayan akademisyenlerin sayısı çok az. Aşktan değil, mecburiyetten yapıyorlar ne yapıyorlarsa. Akademisyen sohbetleri çok büyük ölçüde güncelle, maaş-ev-otomobil-siyaset-spor ve TV dizileriyle sınırlı. Bilim doktoraları bu zihinlerin atmosferinde yapılıyor. Ülkeye katkısı bir soru işareti. Japonlar bilim ve teknoloji üretiminde bugünkü durumlarını çok sayıda kaliteli doktora çalışmasına borçlu olduklarını söylerler.
Bu arada, Millî Eğitim Bakanlığı öğretmenlik bölümlerini tercih edenlere yurt ve burs garantisi vereceğini açıkladı. Bu, geleceğin öğretmenlerini belirlemek için sağlıklı bir kriter değil. Koca bir kurumun daha üst bir ortak akla sahip olması beklenmez mi? Öğretmenlik bir kâbiliyet, vicdan ve gönül işidir. Para için yapılmaz. Fakat Türkiye’nin bugün böyle detaylarla (!) kaybedecek vakti yok. Meseleler iç içe geçmiş. Çözüm ve karar mercileri de kamuoyu önünde mavi boncuk dağıtmayı devlet aklı zannediyor. Öğretmenlik kavramından koca Bakanlık ne anlıyor acaba?
Çözüm?
İlkokuldan üniversiteye milyonlarca hocaya ihtiyacımız var, öz-saygısını muhafaza eden, gönlünü öğrencisine açan, onda kendini gören. Dolayısıyla, sürekli yenilenme ihtiyacı duyan, her dem taze kalmaya çalışan, düşünen, yazan, okuyan. Sınıfa her defasında heyecanla, duayla yürüyen. Öğrencisini Türkiye’nin dar kalıplarına hapsetmeyen, dünyanın huzuruna hizmet etsin diye aydınlatan. Bu hocalar yetiştirilmez aslında, vicdanıyla yüzleşme cesareti gösteren her öğretmenimiz öyle bir hoca olur zâten.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder